Monday, June 2, 2008

Cezalandırma sömürgelerinin mağduru ve dahi mimar Auxentus



Fazıl Tar

Adana deyince aklınıza neler geliyor? Ben söyleyeyim sizin yerinize; adliye koridorlarının dışına taşan kavgalar, Cono'ların rezillikleri, şiddete meyilli ve küfürbaz insanlar.

Elbette bunları genelleme yaparak tüm Adanalılara mal etmek yalnış olur ama 35 yıllık tecrübelerime dayanarak kavgacı insanlar olduğumuzu söylemek zorundayım.




Bu durumun nedenleri üzerine biraz kafa yordum aslında. Ciltlerce sosyoloji ya da psikoloji kiitabı okuyarak bunu yaptığımı sanıyorsanız Adanalıların aynı zamanda tembel ve kurnaz olabileceğini de bilmiyorsunuz demektir. Tabi her zaman olduğu gibi işin kolayına kaçtım biraz. Kavgacı ruhumuzun aslında tarihi bir olaydan kaynaklandığını keşfettim.

Meğer İsa'dan Önce 67 yılında Romalı Pompeus Adana'yı "cezalandırma sömürgeleri" nin merkezi haline getirmiş. Roma'nın sömürgelerinden toplanan korsanları ve suçluları burada yerleştirip zorla çalıştırmış. Bu tarihi gerçekten yola çıkarak Adanalıların kavgacı olduğu sonucunu çıkarmanın biraz zorlama bir neden olduğunu düşünüyorsanız Adana'da bir kavgaya şahit olmanız fikrinizi değiştirebilir.

Genellikle sudan sebeplerle kavga çıkar; yan yan bakmak önemli bir kavga nedenidir, trafikte yavaş araba kullanmak her şehirde kavga nedeni olur belki ama Adana'da el freni çekilip bagajdaki "haydar" işin içine rahatlıkla girebilir, bir kıza laf atmanın ve küfretmenin neden olacağı kavganın sonuçlarını kestirmek benim için bile hayli zordur.



O yüzden şehirde uzun yürüyüşlere çıktığım zaman birisi sigara isterse ya da yan yan bakarsa onun suyuna giderim ekseriyetle. Tabi Adana hakkındaki tarihi kavga nedenini öğrenmeden önce konser ve maç çıkşlarında biraz hırpalandığım olmuştur maalesef.

Elbette Adana sadece kavga ve şiddetle anılacak bir yer değildir. Her ne kadar sanat ve kültür etkinlikleri, müzayedeler, ilginç sergiler ya da festivaller olmasa da yapılacak şeyleri insan buluyor isteyince.

Adana'nın eski sokaklarında, kirli ve pis mahallelerinde, izbe kahvehanelerinde dolaşmayı severim. En çok da Taşköprü'yü sever sık sık çıktığım uzun yürüyüşlerden sonra mutlaka Taşköprü'nun yakınlarında bir yerlerde oturup uzun uzun seyrederim bu arkaik şaheseri.



Adana'yı her bakımdan etkilemiş olan Taşköprü İsa'dan Sonra 384 yılında 1. Justinianus döneminde Romalı Mimar Auxentus tarafından yapılmıştır. Dönemine göre ileri bir teknikle inşaa edilen Taşköprü Adana'yı ikiye bölen Seyhan nehri üzerinde kurulmuştur.

Baharat ve ipek yolunun da zamanında üzerinden geçtiğini düşünürsek şehrin gelişiminde ne derece önemli olduğunu anlarız.

Taşköprü'yü uzun uzun seyrederken üzerinden kimlerin geçtiğini o insanların yaşadığı dönemleri hayal etmeye çalışır Auxentus'a minnetlerimi sunarım. Bu arada Taşköprüyü yok etmek için elimizden geleni yapmayı ihmal etmeyiz birer Adanalı olarak. Üzerinden daha bir kaç yıl öncesine kadar kamyonlar, otobüsler, midübüsler geçerken nasıl olupta hâlâ yıkılmadığına şaşarım.

Taşköprü'nün üzerini dilenciler ve seyyar satıcılar mesken tutmuştur.

Hergün üzerinden yüzlerce insan geçer.

Hergün Taşköprü'yü binlerce insan seyreder. Yine de kanıksadıkları bu şaheseri yapan mimarın adını kimse bilmez.

Romalı dahi mimar Auxentus geçmişten gelen bir kehanetle tüm hor kullanmalara rağmen Taşköprü'nün binlerce yıl ayakta kalacağını bir kitabeyle bize vasiyet eder:

“Gerçek şu ki Auxentius, bu mucize senin iktidarının sayesinde oldu. Nehrin kış akıntısı üzerinde, demirlerle bağlanan bir temcide, sarsılmaz sütun olarak inşa edildi. Bunun üzerine geniş bir yolu gerdin. Daha önceleri, tecrübesiz olan çok kişinin çeşitli teşebbüsleri olmuştu. Fakat onların girişimleri Tarsus Çayı'nın dalgaları için bile zayıf olmuştur. Sen ise buradaki köprüyü, kemerlerin üzerinde, ebediyet için kurmuşsun. Ve hatta taşkın nehir dahi bununla ünlü valiye itaat ediyor..."

Sunday, June 1, 2008

YANIBAŞINDAYIM




Yanıbaşımda, içimde, kırılgan mektuplar yazan kalbimde, yazın sıcaklığını hissetmeyen tenimde, pişmanlıklarımı umursamayan boşverişlerimde, sen heryerdesin.

Sen, ellerimde yılgın rüzgârlardan biriktirdiğim yitik umutlarsın, gözlerimde yağmurların tanelerine saklanıp kalmış tesellisiz aşksın, yüreğimde hasar tespiti henüz yapılmamış derin, depderin yarasın, ayaklarımda taze baharlara inat bol baharatlı yorgunluklarsın, başımda değirmen taşlarının gıcırdayan ağır sesisin, kulaklarımda yangın yerlerinden yükselen bol çığlıklı feryatlarsın…

İşte sen, böyle aklımdasın tüm hücrelerimde...

Ümitleri, beklentileri, coşkuları karanlıktan kurtaran bir ışık, bir mucize, bir dayanak, bir dost ve bir nefes, bir ışıksın sen.

Bense büsbütün yıkılmış, ezilmiş, horlanmış, kaderime terkedilmişim.

Başarısızlıklarım ayaklarımda onulmaz yaralar, gözlerimde katran karası yıkıntılar oluşturmuş. Yüreğim, öfke dolu yüreğim, vicdan hırsızlarına sövmekle meşgûl. Dertler, kederler ve yıkılmışlıklar içindeydim. Umudum sensin yalnızca, senin gece görmemiş umutlarında sakladığın sözlerin.

Sana geleceğim, büyük ellerimin tırnak uçlarına sakladığım masum yalanlarımı anlatacağım. Bahaneler uyduracağım başarısızlıklarıma. Senden iyimser bahaneler uydurmanı isteyeceğim. Yıkılan gururumu onarmanı, kaybettiğim umutlarımı bahar tazeliğinde yenilemeni isteyeceğim. Kendimi kandırdığım düşüncelerimi, öfkelerimi, yılgınlıklarımı, kaybettiklerimi paylaşacağım seninle: En büyük kaybımın sen olacağını biliyorum çünkü...

"Nerelerdesin" diyorsun.Yanıbaşındayım seninle yaşıyorum, masum yalanlarıma âlet ediyorum seni. Öfkelerim, kızgınlıklarım, kırgınlıklarım hep sana dönüyor; başarısızlığımın kalkanı, ümitsizliklerimin ümidi oluyorsun sen. Yitip gitmekte olan zamanı durduruyorsun. İçimde erimekte olan beni görüp, iyimserlikle yoğrulmuş bir savaş başlatıyorsun benim için, belki de farkında olmadan…

Bense biraz öfkeli, biraz mutedil, biraz ümit, biraz ümitsizlik, biraz karamsarlık içinde, biraz da başımda dolaşan savruk rüzgârlar gibi dinliyorum seni.

Ben içinde bulunduğum keşmekeşten kurtulmaya çalışıp daha bir serinkanlı düşlüyorum seni. Seni düşledikçe, kendimden daha çok utanıyorum. Utandıkça da daha çok seviyorum, daha çok bağlanıyorum sana…

Senin, o iyimserliğin ve güzelliğin, beni kopmayacak iplerle bağlıyor hayata, yüreğim açık denizlere açılmış mutlu balıkçılara dönüyor. Gözlerim daha keskin, umutlarım yeni doğan çocuğun azminden daha diri, dipdiri oluyor. Gözlerime astığım karanlıklar aydınlanıveriyor, ellerimde biriktirdiğim yılgınlıklar uçup gidiyor. Sendeki masumiyet kaynaklı riyasız, yalansız, umut dolu sözcükler, tamahkâr umutsuzluklarımı, umuda çeviriyor, alabildiğince mavi-yeşil tonu güzelliklerle doluyor bütün benliğim. Değirmen taşına dönen başım, öğütmekten yorulmadığı karanlık düşüncelerini, yitik umutlarını gıcırdayan sesiyle eritiyor. Bir başka adam oluveriyor; avurdu çökmüş yanaklarım, sert ve keskin bakan gözlerim, karanlık çizgilere boyanmış haşin yüzüm, gülmeyi çoktan unutmuş gözlerim, yılgınlıklar, hüzünler içindeki ruhum müjdelenmiş birer mü’min edâsına bürünüyor. Yaşama hırs ve arzusunu kaybetmiş bir adamken kıpır kıpır oluyorum, hüzün çarşısından satın aldığım ustura ağızlı koyu karanlık düşünceleri apansız fırlatıp atıyorum, yüreğimden ayak parmaklarıma kadar inen umutsuzluklarımı kara kaplı ajandamda bırakıyorum. “Umutsuzluğa kapılmak yok, umutsuzluğa kapılmak yok…” diye aynı cümleyi onlarca kez tekrar ediyorum.




Hayaller kuruyorum: Gemileri gören bir evimiz oluyor; sen de pencereden o çeşit çeşit gemileri izliyorsun, denizdeki hareketlerine bakıp yorumlar yapıyorsun. Gemide çalışan ateşçilerin hayallerinden konuşuyoruz, miçoların ümitlerinden, süvarinin sevgililerinden. Ve dilinin tadı, nefesinin buğusu, ipek teninin huzuru unutturuyor tüm mutsuzluğumu kaybedişlerimi...

Sen, bütün bu düşlerimi, umutlarımı tazeliyorsun sürekli yanıbaşımdasın, beni terk etmiyor gülüşün...

Gözlerime her değişinde gözlerin mevsimler açıyor, hâlâ parlıyor gözlerin. Dudaklarıma her değişinde dudakların huzur doluyor bedenimin en kuytularında dolaşan kanıma, hâlâ ıslak dudakların. Ellerin her değişinde ellerime yenileniyor hayat, hâlâ sıcak ellerin.

Sen umutsun, hayatsın, yüreksin…

En güzel ve en tatlı hatırasın.

Yanıbaşımdasın...